İçeriğe geç

1876 Kanun-ı Esasîsi : “Türkiye hükümet-i meşruta sırasına dahil olmuştur.”

1. MEŞRUTİYET’İN İLANI ÖNCESİ DURUM

            1.1. Tanzimat’a Karşı Tepkiler

1876 yılındaki Kanun-ı Esasî’nin ilanına giden yolda Osmanlı Devleti bir çok kilometre taşını gerisinde bırakmıştı; 1808 yılında Sened-i İttifak, 1839 yılında Tanzimat Fermanı, 1856 yılında Islahat Fermanı, 1864 yılında Vilayet Nizamnamesi ve 1868 yılında Şura-yı Devlet’in kuruluşu Kanun-ı Esasî’nin ilanı için gerekli zemini oluşturmuştur.

Tanzimat’ın ekonomik ve sosyal alanlardaki başarısızlığına, ülkedeki iç karışıklıklara, Avrupa devletlerinin dış müdahalelerine ve 1871’den sonra oluşan baskıcı rejime tepki olarak muhalefet hareketleri gelişmiştir. Bu tepkilerin hedefinde ise Ali Paşa ve Fuat Paşa bulunmaktadır. Ali ve Fuat Paşaların kameralist yönetiminin asıl amacı devleti parçalanmaktan kurtarmaktı, bunun için merkezi yönetimi güçlendirmeyi ve mutlakiyeti devam ettirmeyi amaçlamışlardır, onlar için tebaaya “aşırı” bir hürriyet vermek veya meşruti bir yönetim söz konusu değildi. Tanzimat’ın meşhur paşalarının izlediği bu siyaset Avrupalı anlamda ilk muhalefeti doğurdu; Yeni Osmanlılar. Yeni Osmanlılar, Tanzimat’a ve onun politikalarına tepki olarak doğmuştu, ülkenin kurtuluşunu “hürriyet”te görüyorlardı ve bunu sağlamanın yolu anayasa ve parlamentoydu.

Keçecizade Fuat Paşa

Yeni Osmanlılar’a göre Ali ve Fuat Paşalar Müslüman Osmanlıları Avrupa’ya peşkeş çekmekteydi. Tanzimat dönemi boyunca Karadağ, Sırbistan, Eflak, Boğdan, Lübnan, Girit, Hersek, Bulgaristan ve Mısır özerklik kazanmıştı. Bu durum tanzimatçıların siyasal birliği sağlama politikalarının iflasını gösteriyordu.[1] Bunun yanında dış müdahaleler artmış, ülke yabancı başkentlerden yönetilir hale gelmişti. Öyle ki; eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek idarede kariyer yapılırken, Tanzimat dönemi yabancı bir devlete dayanarak kariyer yapma çığrını açmıştı.[2] Nüktedanlığıyla meşhur olan Fuat Paşa, sefarethanelere dayanma politikasının gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdangelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hâsıl etmeye imkan yoktur bunun için pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de sefaretlerdir.”[3]

1838 Ticaret Antlaşması ise devletin idam fermanı olmuştu, antlaşma yüzünden Osmanlı Devleti mali açıdan Avrupa’ya tam bağımlı hale gelmiştir. Borçlanma politikaları ülkeyi borç batağına batırmaktaydı. Ancak Tanzimat’ın paşaları bu borç politikasını devam ettirmekte karalıydılar. Fuat Paşa “Bu devlet istikrazsız yaşayamaz.” demekteydi. Bunun yanında halkın fakirliğine karşı Abdülaziz sarayındaki savurganlık tepkileri arttırmaktaydı. Bu tepkiler “milli iktisat” ve “milli kapitalizm” fikirlerinin oluşumuna öncülük etmiştir. Namık Kemal; Müslüman şirketi, Müslüman bankası, Müslüman fabrikası, Müslüman tacir sloganını dillendirmektedir.[4]

Tanzimat düzenine karşı ilk tepki 1859 yılındaki Kuleli Vakası oldu. Başarısız bir darbe girişimi olan olayın arkasında birkaç din adamı ve subayın olduğu bilinse de hareketin sadece Abdüzaziz’in şahsına mı yönelik olduğu yoksa meşrutiyetçi bir amacı mı olduğu net olarak bilinmemektedir. Recai Galip Okandan ve Tarık Zafer Tunaya, hareketin Tanzimat’ın gayrimüslimlere tanıdığı haklara karşı gelişmiş gerici bir hareket olduğunu söylerken Ahmet Bedevi Kuran hareketin savurganlığa bir tepki olduğu ve özgürlükçü niteliği ile Yeni Osmanlılar’a öncülük teşkil ettiği fikrindedir. Vamberg, Engelhardt ve Jorga gibi yabancı tarihçiler ise hareketin meşrutiyetçi bir amaç taşıdığını savunurlar.[5]

            1.1.1. Yeni Osmanlılar

Yeni Osmanlılar’ı kabaca üç gruba ayırabiliriz. Birinci grup Şinasi gibi Batı’dan gelebilecek her türlü yenilik ve gelişime açık olan komplekssiz Batıcılar, ikinci grup Namık Kemal gibi İslami temelli bir parlamento ve anayasa düzenini savunanlar ve üçüncü grup ise Ali Suavi gibi parlamenter demokrasiyi insan tabiatına aykırı bir oyun olarak görüp çareyi adil ve merhametli bir sultan hayalinde arayanlar.[6] Bu ayrım yenilikçi kanadın içinde dahi kendini gösterir. Kanun-ı Esasî için kurulan anayasa komisyonunun çalışmalarında bir “Namık Kemal versiyonu” bir de “Mithat Paşa versiyonu” diye iki akım oluşur.[7]

Yeni Osmanlılar her ne kadar “hürriyet”i tanımlama konusunda ayrılsalar da “terakki” konusunda hemfikirlerdir. Hepsi Osmanlı’nın Batı’nın maddi gücünü elde etmesi gerektiğini savunur. Tanzimat’ın kazanımlarını inkar etmezler hatta Mustafa Reşit Paşa’dan saygıyla bahsederler ama Tanzimat’ın gerçek bir reform değil, bir göz boyama olduğu fikrindedirler.

Yeni Osmanlılar’a göre Tanzimatçılar Batı’ya karşı direnememiştir. Batıya karşı direniş için güç sağlayacak olan geniş Müslüman halk kitlelerini harekete geçirmek gereklidir. Yeni Osmanlılar’ın bu düşüncesi siyasi fikirlerdeki toplumsal taban fikrini oluştururken aynı zamanda dinin de ideolojikleşmesine sebep olmuştur.[8] Tarık Zafer Tunaya, Islahat Fermanı ve Tanzimat’ın şeriat değerlerini gizli olarak reddetmesinin İslamcılık akımının oluşmasına sebep olduğunu söyler. Bu akımın önderleri ise Cevdet Paşa ve Şirvanizade Rüştü Paşa’dır.[9]

Yeni Osmanlılar’a göre Tanzimat bir batı taklitçiliğiydi ve Müslüman toplumun temellerine uygun değildi. Bu sebeple demokrasi anlayışlarını şeriat temelinden alıyorlardı. Tanzimat’ın dayandığı felsefi ve ahlaki bir zemin yoktu, Yeni Osmanlılar bunu İslam felsefesi ile doldurmayı amaçladılar, onlara göre demokrasinin esasları İslam’da vardı.[10]

Tanzimat Fermanı’nın Koca Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunuşu.

Namık Kemal’e göre Kanun-i Kadim’e uygarlığı oturtma yolu anayasa ve eğitimden geçmektedir. Anayasa, devlet çarkının sorunsuz ve halk yararına dönmesini sağlayacak, aynı zamanda Avrupa devletlerinin müdahalesini de engelleyecektir. Devletin içinde bulunduğu sorunların çözümü için sunduğu formüller; anayasa, meclis ve hürriyet ile vatan sevgisinin din birliği ve hanedana bağlılığın yanında yer almasıdır. Her ne kadar Osmanlı için uygun olmadığını düşünseler de o dönem Namık Kemal ve Ziya Paşa’da cumhuriyet fikirlerine de rastlarız.[11]

Yeni Osmanlılar’ın amacı gerçekçidir; Osmanlılık ve ortak vatan. Araçları ise anayasa, meclis ve siyasal eşitliktir.

Yeni Osmanlılar içerisinde sadece devleti kurtarmayı düşünmeyen, toplumsal kalkınmayı da ele alan tek isim Mithat Paşa’dır. Winston Churchill “politikacı gelecek seçimi ama devlet adamı gelecek nesli düşünür” der.[12] Bu tanım çerçevesinde Mithat Paşa’yı bir devlet adamı olarak değerlendirmeliyiz. Kendisi aynı zamanda eylemcidir, Abdülaziz’i indirip Abdülhamit’le anlaşan ve onu tahta çıkartan odur.[13] Bu özellikleri onu daha ayrıntılı incelemeyi gerekli kılar.

            1.1.2. Mithat Paşa

Yeni Osmanlılar’ın ilk örgütü 1865’te İstanbul’da gizlice kurulan İttifak-ı Hamiyyet’tir. Örgüt’ün 1867’de giriştiği bir darbe girişiminde başarısız olmasının ardından lider kadrosu Avrupa’ya kaçmıştır. Avrupa’ya kaçan kadrolar orada Genç Osmanlılar Cemiyeti’ni kurar. Cemiyet 1871’de dağılır ama bu kısa zaman içerisinde muhalefetin güçlenmesini sağlar. Bu tarihlerden itibaren hareketin başına başarılı valilik hizmetlerinde bulunmuş ve Şura-yı Devlet başkanlığı yapmış olan Mithat Paşa geçer. 1875 yılında Yeni Osmanlılar’ın yurda dönüşü ile anayasa ve meclis konusu tekrar canlanır.

Muhalefet hareketinin başındaki Mithat Paşa’nın ilk hedefi Mahmut Nedim Paşa olacaktır ancak bunun için ne Yeni Osmanlılar’ın gücünü yeterli görmektedir, ne de subaylar bir darbeye niyetlidir. Mithat Paşa da Padişah’ı etkilemek için büyük bir halk gösterisi gerçekleştirmeyi planladı. Kışkırtılan medrese öğrencileri ve onlara katılan bir kısım halk 11 Mayıs 1876’da büyük bir eylem gerçekleştirir. Talebe-i Ulum Hareketi olarak adlandırılan bu eylemin etkisi büyük olmuştur ve Abdülaziz, Nedim Paşayı azlederek yerine Mütercim Mehmet Rüştü Paşa’yı getirir. Mithat Paşa ise vekiller heyetine atanır. Artık yeni yöneticiler arasında meşrutiyetçiler de vardır. Sultan Abdülaziz bu durumdan her ne kadar hoşnut olmasa da “sizi halk istedi diye memur ettim” diyerek gelişen olaylara boyun eğmiştir.[14]

Mithat Paşa

Mithat Paşa’nin ikinci hedefi Sultan Abdülaziz’dir. Yeni Osmanlılar artık anayasanın gönül rızasıyla gelmeyeceğine inanıyorlardı, Abdülaziz devrilmeliydi. Bunun için gerekli gücü Harbiye öğrencilerinde buldular. Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye mekteplerindeki taşralı öğrenciler arasında hürriyet ve vatan fikirleri yaygındı, İstanbullu öğrenciler arasında ise hanedana bağlılık esastı. Bu durum mekteplerde taşralı – İstanbullu çatışmasını doğuruyordu. Söz konusu taşralı öğrenciler daha sonra İttihat ve Terakki’yi de oluşturacaklardır. Hürriyetçi fikirlerin yayılmasında özellikle Harbiye Mektebi’ndeki Süleyman Paşa’nın özel gayreti vardır. İslam öncesi Türk toplumlarını ve tarihteki önemlerini anlatan Tarih-i Alem kitabı onun sayesinde Harbiye’de okutulmaktaydı.[15]

Nitekim, Abdülaziz’i devirme operasyonu Mithat Paşa’nın liderliğinde planlandı. Ekibin içerisinde kendilerindenintikam alınmasından korkan bazı Tanzimatçı paşalar da vardır. Şeyhülislam fetvası zorla da olsa alınır ve harekete geçilir.[16] Süleyman Paşa komutasındaki Harbiye subay ve öğrencileri bir saray darbesi ile Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine V. Murat’ı çıkartır. Aslında V. Murat’ın operasyondan haberi vardır ama zamanını tam olarak bilmemektedir. Harekete geçildiğinde de kendisine haber verilmeyince koşuşturmaları duyup planın ifşa olduğunu ve kendisini almaya geldiklerini sanan V. Murat korkuya kapılarak ruh sağlığını bozmuştur. V. Murat’ın ruhsal durumunun bozulması Mithat Paşa’yı yeni bir padişah arayışına iter ve Abdülhamit ile ikili görüşmeler gerçekleştirir. Bu görüşmelerden çıkan anlaşma tahta karşı meşrutiyettir. V. Murat’ın 93 günlük saltanatının ardından 31 Ağustos 1876’da II. Abdülhamit tahta çıkar.

Abdülaziz’in devrilmesi ile bir Osmanlı klasiği olan ulema – asker işbirliği tekrar canlanmıştır ama bu sefer yeniçeri yerine modernleşmeye, batılılaşmaya başlamış bir asker söz konusudur. Bürokrasi ve kamuoyu ise yeni oyuncular olarak sahnedeki yerini almıştır. Hem Abdülaziz’in “Sizi halk istedi diye memur ettim” demesi hem de Mehmet Rüştü Paşa’nın “Millet Abdülaziz Han Hazretleri’ni hâl etti” demesi kamuoyu etkisinin göstergesidir.[17]

Yeni Osmanlılar geçici ve darbeci bir klik değildir. İyi kötü bir programı olan ve kamuoyunu  etkilemeye başlayan bir harekettir. Bu sebeple Enver Ziya Karal onları “ilk muhalefet partisi” olarak niteler.

Niyazi Berkes Yeni Osmanlılar için şöyle der: “Hiçbirinin hatırına halk gelmiyordu çünkü reayalıktan yeni çıkmış halkta siyasi bir rol görmüyorlardı. Kendi aydın kesimlerinin isteklerini, İslama birebir uygun olması sebebiyle aslında halkın da isteyeceğine ancak baskı ve cehalet yüzünden gösteremediklerine inanıyorlardı”.[18] Nitekim Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilirken halkın ayaklanıp kendisini kurtarmasını beklemesi ve bu umutla gemi Çanakkale Boğazı’ndan çıkana kadar İstanbul’daki durumu sordurması onların halka yönelik taşıdıkları bu inançtan kaynaklanmaktaydı.

            1.2. Kanun-ı Esasî’nin İlanı Öncesi Durum

Meşrutiyet’in ilanı yönündeki baskılar milli boyutlarda değildir, kitlesel hareketler veya bir ayaklanma da söz konusu değildir, anayasa fikri halktan ziyade aydınlar arasında yaygındır. Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınlar meşrutiyet fikrini desteklerken Cevdet Paşa, Namık Paşa ve Şükrü Paşa gibi isimler buna karşı çıkmış veya gereksiz olduğunu savunmuşlardır.

Bu dönemde Tarık Zafer Tunaya’nın deyimiyle bir anayasa romantizminin doğduğunu görürüz. Gerek Yeni Osmanlılar’da gerek II. Abdülhamit’te olsun, herkeste anayasanın bir kurtarıcı olduğu fikri hakimdir; anayasanın ilanı ile adeta mucizevi bir şekilde devletin tüm sorunlarının çözülecek, dış müdahaleler ve iç karışıklıklar sona erecektir. Mithat Paşa anayasadan beklentisini Times Dergisi’ne verdiği bir beyanatta anayasanın öncelikle Osmanlı içerisindeki birliği sağlayacağı ve Batı karşısında kuvvetli olunacağı şeklinde açıklar.[19] O dönemde oluşan, anayasayı tüm sorunların çözüm yeri olarak görme geleneği ve buna bağlı olarak anayasa romantizmi siyasetteki etkisini günümüze kadar sürdürmüştür.

V. Murat’ın tahta kaldığı süre içerisinde ve II. Abdülhamit’in ilk günlerinde İstanbul basınında, Meşrutiyet lehine çok büyük bir kampanya başlatılır. Gazetelerde sürekli çıkan Meşrutiyet ve anayasa yazıları Meşrutiyeti halkın gündemine taşımış ve bir beklenti oluşturmuştur. İngiliz Elçisi Sir Henry Elliot yazdığı raporlarda artık her yerde, kahvehanelerde bile anayasanın konuşulduğunu ve beklenir hale geldiğini yazar.[20] Dönemin kamuoyunda meclis için “Şura-yı Ümmet” ismi, anayasa için de “Konstitüsyon”, “Şartname-i Esasi” veya “Şeriat-i Esasiye” isimleri kullanılmaktaydı.[21]

Anayasa’nın ilan gün büyük bir bayram havası yaşanmıştır, ülkenin her yerinden saraya kutlama mesajları ve telgraflar yağmıştır.[22] Bu durum dahi kamuoyunda büyük bir beklentinin oluşmuş olduğunu göstermektedir. Her ne kadar Meşrutiyet’in ilanını sadece bu toplumsal beklentiye bağlayamasak da, kamuoyu beklentisinin bir iç itki yarattığını da göz ardı edemeyiz.

            1.2.1. İlk Anayasa Hukuku Kitabı: Hükümet-i Meşruta

Osmanlı döneminde yazılan ilk anayasa hukuku kitabı Esat Efendi’nin yazdığı 8 sayfalık bir  broşür olan Hükümet-i Meşruta’dır. Broşür 1876 yılınının ikinci yarısında yayınlanır. Öncesinde de anayasa konusunda basılmış kitaplar vardır ancak bunlar hukuki niteliği olmayan daha çok dini  referanslarla dolu öyküler veya nasihatnamelerden ibaretti.[23]

Kitap soru-cevap şeklinde yazılmıştır. Amacı halka anayasanın ne olduğunu ve neler kazandıracağını öğretmektir. Eserin anafikri; padişah ne kadar iyi olursa olsun zamanla çevresi yozlaşır, bu yüzden denetime tabi olmalıdır ve bu denetimi de halk yapmalıdır. Bu sayede yozlaşma ve israf engellenebilir. Kitapta Montesquie’nun “iyi monark – kötü çevre” fikrinin etkisi görülmektedir.

Kitabın yazarı Esat Efendi, İngiliz ve Fransız anayasalarını taklide karşıdır, ona göre şeriat bu iş için yeterlidir. Kitap “Hükümet-i meşruta nasıl hükümettir?” sorusu ile başlar. Esat Efendi’nin bu soruya verdiği cevap: “Tüm işlemleri şeriat ve kanunla bağlı olan hükümettir.”

2. TERSHANE KONFERANSI VE MEŞRUTİYET’İN İLANI

1875 yılında Avusturya’nın kışkırtmaları ile başlayan Hersek İsyanları neticesinde Avusturya, Rusya ve Almanya tarafından 31 Ocak 1876 tarihinde Osmanlı Devletine verilen Andrassy Notası, Osmanlı Devleti tarafından kabul edilir. Söz konusu nota ile Osmanlı’dan; Hristiyanlara tam bir din serbestliği tanınması, vergilerde düzenleme yapılması, kadastro sisteminde ıslahat gerçekleştirilmesi, Hersek’te Hristiyan ve Müslümanlardan oluşan bir meclis kurulması ve vergi gelirlerinin sadece mahalli ihtiyaçlar için kullanılması talep ediliyordu.

Temmuz 1876’da Sırbistan ve Karadağ Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açar, Osmanlı’nın kazandığı başarılar karşısında Rusya müdahil olur ve Osmanlı’yı mutarekeye zorlar. Batılı devletler meselenin çözümünü sadece Rusya’nın insiyatifine bırakmamak amacıyla İstanbul’da kendilerinin de katılacağı bir konferans düzenlenmesine karar verirler. 23 Aralık 1876 günü Kasımpaşa’da toplanan konferansa İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya ve Osmanlı heyetleri katılır.

Konferansın açılış oturumunda işitilen top sesleri üzerine Hariciye Nazırı Saffet Paşa söz alarak “İşitilen bu top sesleri bütün osmanlı ülkesinde Kanun-i Esasî’nin ilanını haber vermektedir. Bu dakikadan itibaren Türkiye hükümet-i meşruta sırasına dahil olmuştur” der ve heyetiyle birlikte toplantıyı terk eder.[24]

Konferansın toplanmasından kısa bir süre önce Mehmet Rüştü Paşa sadrazamlıktan azledilerek yerine Mithat Paşa getirilmişti. Mithat Paşa’ya göre Meşrutiyet’in ilanı konferans ile gerçekleştirilecek dış müdahaleyi engelleyecekti ancak bu düşünce işe yaramamıştır. Osmanlı heyetinin ayrılmasına rağmen konferans devam etmiş ve ıslahat dayatmaları kabul edilmiştir.

Meşrutiyet’in ilanına karşı, henüz meşruti yönetime geçmemiş tek ülke olan Rusya sert bir tepki vermiştir, Rus sefiri “Avrupa’da parlamentosu olmayan tek ülke olma ayıbını biz taşıyamayız, Bu Babıali’ye pahalıya mal olacaktır” diyerek tepkisini gösterir.[25] Konferasın ardından Londra’da toplanan devletler Osmanlı’ya kararlaştırılan ıslahatları gerçekleştirmesini talep eden bir nota verir ancak nota Osmanlı Meclisinde ateşli nutuklarla reddedilir. Bunun üzerine Rusya 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan eder. Böylece Meşrutiyet’in dış müdahaleleri engelleyeceği düşüncesi kısa sürede çökmüş olur.

Meclisin açılış töreni. Dolmabahçe Sarayı, 1876.

3. KANUN-I ESASÎ

            3.1. Kanun-ı Esasî’nin Hazırlanışı

Kanun-ı Esasî’nin hazırlanışında bir kurucu meclis yoktur. Üyeleri padişah tarafından atanan bir komisyon hazırlık çalışmalarını yürütür. Komisyonun başkanlığında Mithat Paşa vardır. Komisyon’da kabaca iki kanadın olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar; Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa, Süleyman Paşa gibi isimlerden oluşan reformist/liberal kanat ve Cevdet Paşa, Sait Paşa, Mütercim Mehmet Rüştü Paşa gibi isimlerden oluşan padişahcı/tutucu kanat.

Komisyon çalışmaları kapsamında bir çok ülkenin anayasaları inceleniyor hatta bazıları Türkçe’ye çevriliyor. Sonuç olarak ortaya bir kaç farklı tasarı metni çıkıyor. Mithat Paşa’nın tasarısının ismi Kanun-ı Cedid’dir. Sait Paşa, 1848 ve 1858 Fransa anayasalarını çevirip birleştirerek bir tasarı hazırlıyor. Bunlardan başka 130 maddelik başka bir tasarının daha olduğu biliniyor. Başka tasarıların da olması muhtemel olmakla birlikte bunlar hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.[26]

            3.1.1. Kanunı Cedid

Mithat Paşa’nın anayasa tasarısı olan Kanun-ı Cedid’de 120 kişilik tek bir meclis öngörülür. Bu meclisin 2/3’ünü halk seçerken 1/3’ü padişah tarafından atanır. Meclis’in kanun yapma yetkisi ise Şura-yı Devlet’ten gelen tasarıları görüşmekten ibarettir. Ancak parlamentoya devlet bütçesi üzerinde hakimiyet tanındığı görülür. İç ve dış borçlanma, borçların ödenmesi, bütçe, vergi belirleme konularındaki karaların alınmasında hükümetle anlaşarak dahil olma yetkisi vardır. Tasarı, padişaha kayıtsız şartsız yetki sahibi olarak yer vermektedir.

Kanun-ı Cedid fikir hürriyetini tanıyan tek tasarıdır. Tasarı metninde “Herkes kaalen ve kalemen beyan-ı efkarda azadedir. Ancak bunu suistimal ile asayiş ve ahlak-ı umumiyeyi ihlale tasaddi edenler ber mucib-i kanun ceza göreceklerdir.” hükmü yer almaktadır. Ancak tasarıda toplanma ve dernek kurma hakkı yoktur oysaki bu hakların Batılı anayasalarda tanınalı epey zaman olmuştur. Kanun-i Esasî’de olan kişi hürriyeti, müsadere ve angarya yasağı, tabii mahkemelerde yargılanma hakkı gibi düzenlemeler Kanun-ı Cedid’de yer almamıştır. Kanun-i Cedid de Kanun-i Esasî gibi dönemin Batılı anayasalarına göre ileri hatta eşdeğer bir metin değildir.

II. Abdülhamit, Mithat Paşa’dan çekincelidir ve anayasa işini ona bırakmak istemez, bu sebeple Sait Paşa’nın taslağı bir takım değişikliklerle Kanun-i Esasî adıyla kabul edilir. Kanun-i Esasî’nin tam metni Türkçe, Fransızca ve İngilizce olarak gazetelerde yayınlatılır ve İtalyan bir besteciye Kanun-i Esasî Marşı besteletilir.[27]

Komisyon çalışmalarının devam ettiği sıralarda, meclise gayrimüslimlerin girecek olmasında rahatsız olan ve meclisin sadece Müslümanlar’dan oluşmasını savunan bir grup daha vardır. Bunlar dönemin basınında “müterizler” (itirazcılar) olarak geçer.[28] Tasarılar hazırlanıp sunuldukça anaysa karşıtları da harekete geçer. Sokaklarda imzasız bildiriler dağıtılarak, halk arasında propaganda yapılırak yeni bir “medrese öğrencileri ayaklanması” havası yaratılmaya çalışılır. Mithat Paşa bu olayların sorumlularının yargılanmadan sürgüne gönderilmesini ister ancak Padişah göstermelik de olsa bir yargılama yapmaktan yanadır. Doğan bu anlaşmazlık üzerine Mithat Paşa istifa eder, Namık Kemal de İttihat Gazetesi’nde Mithat Paşa’yı destekleyen bir yazı kaleme alır. Yapılan baskılar sonuç verir ve sorumlular yargılanmadan sürgün edilir. Ancak anayasa taraftarı olan Mithat Paşa ve Namık Kemal bu tutumları ile kendileriyle çelişmiş ve Abdülhamit’in eline koz vermiştir. Abdülhamit de bunu kullanmasını bilerek ünlü 113. maddeyi Kanun-i Esasî’ye ekler.[29] Anayasa hazırlayıcıları bu maddenin tehlikesinin farkındaysalar bile anaysanın ilanını riske atmamak için iyi niyetle yaklaşmak zorunda kalmışlardır. Nitekim bu madde ilk olarak Mithat Paşa’ya uygulanacaktır.

Mithat Paşa saray tarafından sıkıştırılmaktaydı, talepleri sürekli olarak geri çevriliyor veya bekletiliyordu. Bu sebeple 18 Ocak 1877’de padişaha çok sert bir takrir sunar. Takrirdeki şu sözleri dikkat çekicidir: “Bendeniz zat-ı mülûkanelerine fevkalade riayetim vardır. Ancak âhkam-ı şer-i şerife tatbikan milletimizin menfaatine muzır olan en ufak hususta bile size itaat etmekte mazurum… Bina-yı devleti tamire çalıştığımız sırada siz adeta yıkmak istiyorsunuz…”.[30] Bu takrir bardağı taşıran son damla olur ve Mithat Paşa daha meclis bile açılmadan sadrazamlıktan azledilerek Fransa’ya sürülür. Beş yıl sonra Fransa’dan iade alınarak yargılanacak ve ömür boyu hapis cezasıyla sürüldüğü Taif’te boğdurulacaktır.

            3.2. Kanun-i Esasî’nin Esin Kaynakları

Aslında Osmanlı Devleti’nde 30 yıl eskiye giden bir meclis tecrübesi vardı. Tanzimat döneminde, 1864’te Vilayet Nizamnamesi ile vilayetlerde idari meclisler kurulmuştu. Bu meclisler; ruhani reisler, mezhep önderleri, müftü ve halkın seçtiği üyelerden oluşuyordu. Hristiyan üyeler ilk başlarda Müslüman üyeler tarafından hoş karşılanmasa da zamanla onlara alışılmış ve birlikte çalışma geleneği yerleşmişti.[31]

10 Mayıs 1868’de kurulan Şura-yı Devlet Tanzimatla Meşrutiyet arasında adeta bir köprü vazifesi görmüştür. Şura-yı Devlet adeta küçük ölçekte bir parlamento, iptidai bir Meclis-i Mebusan’dı. Her vilayetten seçilen 3-4 temsilci ile oluşan Şura-yı Devlet’te 28 Müslüman ve 13 gayrimüslim üye bulunmaktaydı. Halk tarafından seçilen ilk üyeler kutlama ve şenliklerle İstanbul’a yolcu edilmiştir.[32]

Şura-yı Devlet’in açılış töreninde Abdüzaziz: “Kim olursa olsun, hangi millete mensup bulunursa bulunsun bütün erbab-ı iktidarın Şura-yı Devlete dahil olmasını isterim. Şura-yı Devlet, Suriyelilerin, Bulgarların, Boşnakların velhasıl bütün tekmil anasırın erbab-ı iktidarı için müşterek bir merkez olmalı ve bu erbab-ı iktidar vükelaya yardım etmelidir.” diyerek Şura’nın parlamento niteliğini belirtmiştir. Açış nutkunda ise çok yeni bir kaide olan erkler ayrılığından bahsetmiştir: “İcra kuvveti, adli, dini, teşrii kuvvetlerden ayrılmalıdır.”[33]

Şura-yı Devlet’in yapısı çok geçmeden bozulmuş ve sadrazamın icraatlarını tasdik eden bir kuruma dönüşmüştür. Şura’nın almış olduğu bu hal o dönemin basınında “Şura-yı Evvet” isimlendirmesi ile eleştirilmiştir.[34]

Şura-yı Devlet’in bulunduğu Bâb-ı Âli’nin kapısı.

Osmanlı yönetimindeki özerk bölgeler de meclis geleneğini beslemiştir. Bunlar: Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli Vilayeti, Cebel-i Lübnan Mutasarrufluğu, Sisam Emareti ve Girit Vilayeti’dir. Buralarda küçük çaplı parlamenter rejim örnekleri mevcuttu, basın Osmanlı geneline göre daha serbestti ve Osmanlı buralarla etkileşim halindeydi.[35]

Cebel-i Lübnan olaylarından sonra Batılı devletlerin baskılarıyla Cebel-i Lübnan Nizamnamesi yayınlanır. Buna göre bölgeye Hristiyan bir mutasarruf atanır, yanında da din ve mezhep oranlarına göre seçilmiş bir meclis kurulur.[36]

Sisam Emareti’ne 1832’de Batılı devletlere de tebliğ edilerek özerklik verilir. Böylece eşraf temsilcilerinden oluşan bir meclis adanın mali ve ticari işlerini, bayındırlık meselelerini, kilisenin ve evkafın idaresini yönetmeye başlar. Her ne kadar meclis üzerinde yerli zenginlerin baskı ve yönetimi söz konusu olsa da bir tür parlamenter yönetim söz konusudur.[37]

Bulgarlar, 1867’de Avusturya-Macaristan çifte monarşisini örnek alan Osmanlı-Bulgar çifte monarşisini önermişlerdir. Bulgar Gizli Komitesi bu amaçla 22 maddelik bir federal anayasa taslağı hazırlayarak Osmanlıya sunar. 6 madde Bulgar Kilisesi’nin durumuyla, 15 madde ise Osmanlı Sultanı – Bulgar Çarı ünvanını taşıyacak olan Abdülaziz’in ve haleflerinin Bulgaristan’ı parlamenter bir monarşi ile yönetmesi için gerekli düzenlemelerle ilgilidir. Bu tasarı Osmanlı’daki resmen teklif edilmiş ilk anayasa tasarısıydır.[38]

Islahat Fermanı sonrasında Rum, Ermeni ve Musevi cemaatlerine kendilerini yönetme hakları tanınmıştır. Bunun için 1862’de Rum Patrikliği Nizamatı, 1863’te Ermeni Patrikliği Nizamatı ve 1865’te Hahamhane Nizamatı ilan edilir. Bu nizamatları cemaatler kendi dillerinde ve Batı dillerinde “anayasa” olarak adlandırırlar. Bu kanunlar ile cemaatlerin yönetimi amacıyla genel ve yerel meclisler kurulur. Kanun-ı Esasi komisyonu içerisinde bu meclislerde görev almış üyeler de vardır ve etkin roller almışlardır.[39]

Özerk bölge, cemaat meclisleri ve vilayet meclisleri; tartışma, karar alma, yönetimi etkileme, temsil ve seçim konularında küçümsenmeyecek bir gelenek oluşturmuş, parlamenter rejim için gerekli kural ve usullerin topluma sinmesini sağlamıştır.

Kanun-ı Esasî Komisyonu Belçika, Prusya ve Fransa anayasalarını incelemiştir ama anayasa geleneğimiz üzerinde Balkan anayasacılığının da etkisi vardır. Eski Osmanlı vilayetleri özerkleşme ve bağımsızlaşma süreçlerinde bir takım anayasal gelişmeler yaşamışlardır. Bu metinlerin çoğunda Osmanlı Devleti de taraf veya onaylayıcı makam olarak yer almıştır.

Özerk Eflak ve Boğdan’da bir Rus generalin katkısıyla 1831-1832’de “Reglement Organique” (Organik Nizamname) adlı bir anayasal metin hazırlanmıştır. Buna göre seçime dayalı yasama ve yürütme organları kuruldu.. Organik Nizamname 1834’te Babıali’ce de onaylanır. 1848 devrimleri üzerine Tuna monarşilerindeki burjuva demokratik gelişmeler Rusya ve Osmanlı’nın ortak müdahalesi ile bastırılır ve 1849’da bu meclisler kaldırılır. Romanya’nın 1859’da siyasi birliğini sağlamasının ardından 1861’de Osmanlı Devleti bunu da tanımıştır. Romanya, 1864’te Belçika Anayasası’ndan esinlenerek genel oya dayalı, iki meclisli, hükümdara mutlak veto yetkisi veren bir anayasa kabul etmiştir.[40]

Sırbistan’da 1804’teki isyandan sonra kurulan “skuptçina” ile yarı temsili bir sisteme geçilmiştir. Bunu 1808, 1811, 1835 ve 1838 tarihli anayasal belgeler izler. 1838 Belgesi Sırbistan’ın özerkliğini ilan ediyordu ve bu durum Osmanlı Sultanı’nın bir hatt-ı şerifi ile onaylanmıştır. 1869’da Sırbistan Anayasası yapılır ve Osmanlı Devleti bunu da onaylar. Son oalrak 1889 Anayasası ile Sırbistan Parlamentosu kurulmuştur.[41]

Yunanistan, Osmanlı yönetimindeyken de demokratik gelenekleri özellikle belediyeler sayesinde devam ettirmekteydi. Bazı Yunan adaları özerk ve temsili sisteme sahipti. 1821 Yunan isyanında “Organik Yasa” adıyla 7 maddelik kuvvetler ayrılığı getiren bir anayasa ilan ettiler. Bu hareket Yunan ruhbanın ve Patrikhane’nin, Galata bankerlerinin, kocabaşıların, Rus Çarlığı’nın ve Fransız devriminin etkilerinden çekinen Avrupalı monarşilerin tepkisini çekmiştir. İlk anayasalarını 1843 ayaklanmasında tahtını korumak isteyen Kral Otto ilan etmiştir. Bu anayasa ile ikili meclis, genel oy hakkı, bakanlar kurulunun meclis karşısında sorumluluğu gelmiştir. 1864 Anayasası ile de Balkanlardaki ilk ciddi parlamenter rejimi kurmuşlardır.[42]

Görüldüğü gibi 1876 öncesinde de Osmanlı’da yerleşmiş bir meclis ve anayasal belge geleneği vardır. Yani Osmanlı Devleti anayasal metinlere aşinadır ve Kanun-ı Esasî birden yoktan yere varolmamıştır.

Meşrutiyet’in ilanında bir dış baskıdan söz edebilmek mümkün değildir. Anayasa yönünde mevcut bir dış baskı yoktur.[43] Dış baskıdan ziyade dışa güven verme, yatıştırma amacı söz konusudur. Anayasanın ilanından sonra Saffet Paşa bütün Osmanlı elçiliklerine mesaj göndererek “bu hiçbir surette bir dış baskının eseri değildir, yerli ve geleneklerimize uygun bir kanundur. Bunu bulunduğunuz memleketlere böyle bildirin.” talimatını verir.[44]

Batılı Devletler Yeni Osmanlıları ve Meşrutiyet’i desteklememiştir. Emperyalizmin Osmanlı’dan istediği mekanizma Meşrutiyet’ten daha geri bir mekanizmadır. Meşrutiyet ile birlikte Batılı devletlerin Osmanlı’dan ödün koparması daha zorlaşmıştır. Yetkileri çeşitli kurumlara dağılmış bir sistemden taviz koparmak yetkileri tek elde tutan bir sistemden taviz koparmaya göre daha zordu, eskiden bir padişah vardı şimdi ise karşılarında koca bir meclis vardır. Hristiyan ve Musevilerin olduğu bir meclis onların bu cemaatleri koruma bahaneleri ile Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etmelerine engel yaratıyordu. Ayrıca kendi yönetimlerindeki Müslüman sömürgelerin bundan etkilenmesinden ve bilinçlenmesinden çekiniyorlardı.[45]

            3.3. Kanun-ı Esasî’nin Hukuki Niteliği

Kanun-ı Esasî tam anlamıyla telifçilik eseridir, Batılı anlamda bir anayasa olmaktan çok uzaktır. II. Mahmut’tan beri izlenilen yol, yani padişahın yetkilerini sınırlamadan sorumsuzluk tanımak ve fert hürriyetlerini garantisiz bırakmak bu sefer anayasallaştırılmıştır.[46]

Anayasa bir kurucu meclis ve halk oylaması olmaksızın hazırlanıp yürürlüğe konmuştur. Padişah’ın oluşturduğu bir komisyon tarafından hazırlanması ve yine padişahın onayı ve ilanı ile yürürlüğe konulması ona “ferman anayasa” niteliği kazandırmaktadır. Katı bir anayasadır, değişiklik yapabilmek için iki mecliste de 2/3 çoğunluk ve padişahın onayı gereklidir. Bu katılık olumsuz bir durum oluşturmaktadır çünkü anayasa kişi hak ve hürriyetleri yerine padişahın haklarının güvencesi halindedir. Anayasa’da ilk değişiklik ancak 1909 yılının olağanüstü koşullarında gerçekleşecektir.

Kanun-ı Esasî’de egemenliğin kime ait olduğuna dair bir hüküm bulunmamaktadır. O dönem için millet egemenliğini ilan eden bir anayasa beklenemez elbette ama en azından esinlendiği 1814 Fransız Anayasası’ndaki gibi monarkın egemenliğini de vurgulamamıştır.[47] Eskiden meşruiyet kaynağını gelenek ve dinsel inançtan alırken artık insan ürünü olan hukuki bir belgeden alınmaktadır.[48]

Kanun-ı Esasî’nin; uyrukların yurttaş olması veya siyasal örgütlenme yolunda hiçbir adımı olmamıştır. Ekonomik bir reform veya program da getirmemiştir.[49] Anaysa metninde zaaflar ve parlamenter rejimin ihlallerini kolaylaştıran düzenlemeler vardır. Bunun nedeni hazırlayıcılarının yasama yollarını bilmiyor ve usul meselelerine pek önem vermiyor olmasıdır. Sendika veya parti gibi ikincil güçlerin olmaması da ihlallere ve geleneksel uygulamaların devamına cevaz vermiştir.[50]

Kanun-ı Esasî’nin ilk maddesinde “Devlet-i Osmaniye ülkesiyle bölünmez bir bütündür” hükmü yer alır. Maddeden anlaşılan, Osmanlı Devleti bir federasyon veya konfederasyon değildir ama bir ulus devlet de değildir. Osmanlı milleti değil Osmanlı devleti vurgulanmıştır.

Kanun-ı Esasî’nin kapağı.

Yürütme gücü padişahta toplanmıştır. 5. maddedeki “Zat-ı Hazreti Padişahinin nefs-i hümayunu mukaddes ve gayrimesuldür.” hükmü ile padişaha sınırsız bir sorumsuzluk verilmiştir. O kadar ki anayasaya bağlılık yemini bile etmemiştir. Oysa 37 yıl önce Tanzimat Fermanı’nı ilan eden Abdülmecit sözlerini bir yeminle bağlamıştı. Kanun-ı Esasî padişahın yetkilerini kısıtlamamış aksine onun yetkilerini anayasallaştırmış ve güvence altına almıştır. Yine de yetkilerin hukuki bir metinde sayılıp belirlenmesi ve anayasal sisteme bağlanması da olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

Kanun-ı Esasî’ye döre hükümet meclis denetimine tabi değildir, hükümetin muhatabı meclis değil saltanattır. Meclise, hükümet programının kabulü ve güvenoyu gibi yetkiler tanınmamıştır. Padişah meclisleri toplamak, dağıtmak, sadrazam ve nazırları tayin etmek gibi yetkilere sahiptir. Heyeti Vükela ile Meclis-i Mebusan anlaşmazlığa düştüğü zaman padişah ister Heyet-i Vükela’yı azledip yeni bir heyet atayacak, ister genel seçime gitmek koşuluyla meclisi feshedecektir.

Kanun-ı Esasî’nin 42. maddesinde “mebuslar oy ve görüşlerinde muhtardır ve bundan dolayı suçlanamazlar” hükmü yer alır ama padişaha sadakat yemini bu serbestliği kısıtlamaktadır ayrıca yine aynı maddedenin devamında belirtildiği üzere Nizamname-i Dahili’ye (meclis içtüzüğü) aykırı davrananlar bu korumadan yararlanamamaktadır. Fikir özgürlüğü, toplantı ve dernek kurma hakkı açıkça yasaklanmıştır. 17. maddede yasa önünde eşitlik, 9. maddede kişi özgürlüğü ve dokunulmazlığı, 11. maddede din özgürlüğü, 22. maddede  konut dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, eğitim öğretim hakkı, 10. maddede doğal yargılanma hakkı gibi kişi hakları, 24 ve 26. maddelerde eziyet işkence ve angarya yasağı düzenlenmiş ancak bunları koruyacak bir mekanizma getirilmemiştir. Ayrıca padişaha zabıta tarafından yapılan araştırma neticesinde hükümetin emniyetini ihlal ettikleri kesinleşenler sınır dışı etme hakkını veren 113. madde ile tüm kişi hak ve özgürlükleri adeta yok edilmiş ve hiçbir güvencesi kalmamıştır.

Kanun-ı Esasî’nin Yargı konusundaki düzenlemeler ve güvenceleri oldukça ileridir hatta bazı hukukçulara göre kağıt üstünde kalsalar bile 1924 Teşkilat-ı Esasî’sinden daha ileri bir yargı sistemi öngörmektedir.

 Kanun-ı Esasî her ne kadar Osmanlılık fikri doğrultusunda oluşmuş bir metin olsa da uluslaşma yolunda ilk hukuki adımlar diyebileceğimiz hükümlere sahiptir. 8. maddede Osmanlı Devleti uyruğu herkesin din ve mezhepi ne olursa olsun Osmanlı sayılacağı belirtilmiştir. 16. maddede okulların devletin gözetim ve denetimi altında olacağı, 18 maddede devletin resmi dilinin Türkçe olduğu ve 19. maddede memuriyete girmede Türkçe bilmenin zorunlu olması düzenlenmiştir. 18. maddenin taslağında imparatorluktaki tüm unsurların kendi dillerinde eğitim hakkına sahip olduğu belirtilmişti ancak Eğinli Sait Paşa bunun ayrılıkçılığı güçlendireceğini düşünerek hükmün maddeden çıkarılmasını sağlamıştır.[51]

Kanun-ı Esasî’nin 12. maddesinde “matbuat kanun dairesinde serbesttir” şeklinde sansüre açık kapı bırakan bir hüküm yer almaktadır. Bu sansür en çok Türk unsurun kültürel gelişimini etkilemiştir. Balkanlarda Avrupa ve Rus matbuatı, Arap coğrafyasında ise Mısır matbuatı takip edilebiliyordu, Anadolulu Türkler ise sansür yüzünden dünyaya kapalı kalmıştır. Fransız idare hukukçusu Batbie bu sansür düzenini Avrupa’nın geride bıraktığı Napolyon düzenine benzetir ve küçümseyici bir tavırla, yine de sansürün yasallaşmasının bile Osmanlı ve Rusya gibi doğulu toplumlar için ilerleme olduğunu söyler.[52]

1830 ve 1848 devrimlerinin ardından Avrupa anayasacılığındaki ikinci dalga ile ulus devlete yöneliş, genel oy hakkı, sosyal haklar anayasalara girmiştir. Böylece meclislerin yapısında değişiklikler meydana gelmiştir. Meclislerdeki burjuva – feodalizm çatışması yerini sınıfsal çatışmalara bırakmıştır. Bu tartışmalar Avrupa meclislerinde büyük sarsıntılar yaratıyordu ve parlamento tartışmaları sendika, sivil toplum gibi dış kaynaklardan da destekleniyordu. Osmanlı meclisi ise bu yapıdan çok uzaktır.[53] Meclis-i Mebusan’da sınıfsal yapı hiç yoktur, etnik çatışma çok düşüktür. Meclis tartışmaları sendika veya sivil toplum kuruluşları gibi dış kaynaklardan etkilenmiyordu ve etnik kökeni farklı olan mebusların diasporalarla bağlantıları bulunmuyordu.

İngiltere ve Fransa’da anayasalar sadece anavatanda geçerliydi, sömürgelerde uygulanmazdı. Osmanlı’da ise ilk kez ulus devlet olmayan bir imparatorlukta tüm ülke çapında geçerli bir anayasasöz konusudur. Avrupalı devletler böyle bir yapıya çıkarlarına ters düşeceği sebebiyle karşı çıkmaktadırlar.[54]

Kanun-ı Esasî’yi Batılı anayasalar ile kıyaslarken İngiltere ve Fransa ile değil Rusya, Prusya, Avusturya-Macaristan ile kıyaslamak daha doğru olacaktır. Bu ülkelerin koşulları Osmanlı’nın koşullarına daha yakındır ve Kanun-ı Esasî bu ülkelerin anayasalarından hiç de geri değildir.[55]

4. MECLİS-İ MEBUSAN

Kanun-ı Esasî ile birlikte iki meclisli bir yapı kurulmuştur; Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan. Meclisler ilk kez 14 Mart 1877 tarihinde toplandı ve ilk dönem üç buçuk ay, ikinci dönem iki buçuk ay olmak üzere 2 dönem boyunca çalışmışlardır. Bu süre içerisinde Meclis-i Mebusan 86 oturum yapımıştır.

Meclis-i Mebusan’ın 14 Mart 1877’deki ilk oturumu.

Meclis-i Ayan üyeleri padişahın atadığı 40 yaş üstü yüksek rütbeli bürokrat ve askerlerden oluşuyordu. Meclis-i Mebusan üyeleri ise seçimle belirleniyordu ama ne bir seçim hazırlığı yapılmıştı ne de bir seçim kanunu vardı. Bu sebeple taşradan gelecek üyeler, vilayet meclislerindeki seçilmiş temsilciler arasından valiler tarafından seçildi.[56] Bu kişilerin zaten seçilmiş oldukları düşünülüyordu ve herkes mebusluğu onların hakkı olarak görüyordu. Bu mebuslar seçim ve tartışma konusunda tecrübeliydiler hatta bu sebeple meclisteki İstanbul mebuslarını küçümserlerdi çünkü İstanbul’da ise ilk kez bir seçim yapılmıştı.[57]

Kanun-ı Esasî’de seçimlerin 4 yılda bir yapılacağı yazılıydı ama Talimat-ı Muvakkate’de seçimlerin “bu defaya” yerine “bu seneye mahsus” olduğu yazıldığı için her toplantı yılı için ayrı seçim yapılmıştır.[58] Seçmenlik ise erkek olmaya ve verilen vergiye veya emlak sahibi olmaya bağlıydı. Köylüler, yoksullar ve kadınlar yani aslında toplumun çok büyük bir bölümü seçme hakkından yoksundur. Seçmen olabilecek kişilerin tespiti mahalle muhtarları ve imamlar tarafından yapıldı.[59] Mebus sayısı her 50 bin erkeğe bir mebus düşecek şekilde belirlenmiştir. Seçilen mebuslar “padişaha sadakat, vatana sadakat ve anayasaya uyma” yemini ile görevlerime başladılar.

Meclis-i Mebusan’ın 80 Müslüman ve 50 gayrimüslimden oluşması kararlaştırıldıysa da Meclis’e gelenlerin 66’sı Müslüman, 33’ü gayrimüslim oldu. Rumeli’den gelen mebusların yaklaşık yarısı gayrimüslimdü, Anadolu ve Mezopotamya’dan gelenlerin arasında tek tük gayrimüslümlar bulunmaktaydı ancak bunlar Meclis’teki tartışmalarda Müslüman mebusları desteklerdi.[60] Meclis-i Ayan’da ise 9 gayrimüslim bulunmaktaydı. Osmanlı meclislerindeki asli unsur dışındaki unsurların temsil oranı o dönemin Avrupa meclislerindeki hatta 1905’te kurulan Çarlık Duma’sından bile çok yüksektir. Avrupa meclislerinde azınlıklar genelde temsili olarak özel statü ile temsil edilirlerdi.[61] Osmanlı’da ise nüfusa oranlandığında gayrimüslimlerin temsil oranı Müslümanlardan yüksekti.

Osmanlı meclislerinde gayrimüslimlerin yüksek oranda temsil edilmesinin nedeni dış baskılar değil, imparatorluk geleneğidir. Roma, Bizans ve Osmanlı’da devlet ve toplum hayatında kabul görmek etnik kökenden çok devlet ideolojisini ve düzenini kabul etmekten geçerdi.[62] Osmanlı bürokrasisinin geleneksel yapısı da bu şekildedir. Klasik dönemden beri eyalet idaresinde yerel grupların temsilinden yararlanılıyordu. Vergi tahsili gibi işlerde kolaylık sağlaması için gayrimüslümlerin de olduğu yerel komisyonlar kurulurdu. Daha sonraları devlet zayıflayınca bu komisyonlar “devrimci diasporalara” dönmüş ve Balkan toplumlarının bağımsızlığını kazanmasında önemli roller oynamışlardır.[63]18.yy’dan itibaren devlette görev almak için Müslüman olma koşulunun da aranmaması ile gayrimüslümler sefir, nazır, vali, hakim ve mebus olabildiler. Bu sebeple Meclis’te yer alabilmeleri de çok garipsenmedi.

Meclis-i Mebusan, vilayet meclislerinden gelen vekiller yüzünden sanki bir “Vilayet Şurası” görünümündeydi. Anayasada “mebuslar umum Osmanlı’nın vekilidirler.” yazmasına rağmen Meclis’te ulusal meselelerden çok mahalli meseleler konuşulmaktaydı. Britanya sefiri Layard meclisin bu yapısını “şaşkın, milli problemlerden bihaber bir kalabalık” olarak niteliyordu,[64] gerçi bir süre sonra aydın mebuslar ülke sorunlarıyla da ilgilenmeye başlayacaktır. Meclis-i Ayan ise mahalli meseleleri konuşmaya tenezzül etmiyordu zaten bu konularda pek bilgi sahibi de değillerdi.[65]

19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa parlamentoları yükselen burjuvazi ile feodalizmin çatışma alanıdır ancak yüzyılın son çeyreğinde genel oy hakkının kabulü ile parlamentoların yapısı değişerek sınıfsal çatışma alanlarına dönmüştür.[66] Osmanlı meclislerinde ise sınıfsal yapı yoktur, etnik yapı mevcuttur ama etnik çeşitliliğe rağmen herhangi bir etnik çatışma söz konusu değildir. Etnik çatışma yaratabilecek konuları tartışmaktan özellikle kaçınılıyordu. Zaten taşra mebuslarını valiler seçtiği için devlete ve düzene bağlı kimselerdi.[67] Mebusların ulusal talepleri çok düşüktür. Belki tek örnek olarak Balkanlı gayrimüslimler mebusların kendi vilayetlerindeki meclislerde nüfusa oranlı temsili savunuyor olması gösterilebilir. Balkanlı gayrimüslim mebusların bu talebine Müslüman mebuslarla birlikte Anadolu ve Mezapotamya’dan gelen gayrimüslim mebuslar da karşı çıkıyordu. Meclisteki bazı Arap mebuslar da tamamen pratik nedenlerle meclis konuşmalarının Türkçe olması şartına karşı çıkıyorlardı. Meclis-i Mebusan Başkanı Ahmet Vefik Paşa bu taleplere, “gelecek seçimlere daha 4 yıl var, akılları varsa bu zaman içinde Türkçe öğrenirler” diyerek karşı çıkmıştır.[68]

II. Abdülhamit’in Meclis’i tatil etme gerekçesi etnik çatışmalar olamaz çünkü böyle bir çatışma mevcut değildir ama Avusturya-Macaristan meclisindeki şiddetli etnik çatışmalardan haberdar olup Osmanlı Meclisi’nde de bunun gerçekleşme ihtimalinden çekinmiş olabilir.[69]

            4.1. Meclis-i Mebusan’ın Yetkileri

Meclis-i Mebusan’ın kanun teklif hakkı çok kısıtlıdır. Kanun-ı Esasî ile sadece “belirli görevleri” dahilinde kanun teklif etme yetkisi verilmiş ama bu belirli görevlerin neler olduğu açıklanmamıştır. Meclis-i Mebusan’ın yasa önergesi önce sadrazam kanalıyla padişaha gider, padişah gerekli dairelerden izahat ister, gelen izahatlar neticesinde eğer izin verirse önerge Şura-yı Devlet’e gönderilir, Şura-yı Devlet’ten geçen lahiya görüşülmesi için ayrı ayrı her iki meclise de gönderilir, oralarda da onaylanırsa kanunlaşması için tekrar padişahın onayına sunulur. Bu sürecin bir aşamasında bile reddolunan teklif kanunlaşamaz ve o toplantı yılında bir daha görüşülemezdi. Asıl kanun teklif yetkisi Heyet-i Vükela’daydı, her konuda kanun teklifinde bulunma hakkı vardı.

Meclisler istedikleri gibi kanun koyamıyor olsalar da artık padişah da Meclis-i Mebusan’ın benimsemediği bir yasayı koyamamaktadır. İstediği yasayı koyamayan ama istemediğini yasalaştırmayan bir meclis söz konusudur. Ortaya çıkan bu durum milletin temsilcilerinin padişahın mutlak gücünü kısıtlaması olarak hukuk ve demokrasi tarihimiz açısından büyük bir önem taşımaktadır.

Herhangi bir kuruma gereğinden az yetki verilirse onu almak için direnir, gereğinden fazla verilir ise onu kullanmaz.[70] Meclis-i Mebusan da yavaş yavaş halkın temsilcisi olduğu bilincine varmış ve anayasa ile verilmemiş yetkileri isteme ve kullanmaya teşebbüs etmiştir. Meclis-i Mebusan’ın bu direnişi dünya parlamento tarihine kayda değer bir örnek sunmuştur. Kanun teklif yetkileri yok denecek kadar az olmasına rağmen 93 Harbi’ndeki yenilginin sorumlularını Divan-ı Ali’ye sevk ettirmişlerdir. Kabine düşürme yetkileri yokken Sadrazam İbrahim Ethem Paşa’yı azlettirmişlerdir. Serbest konuşamayan mebusların mecliste işi olmadığını söylemişler, padişahı kendilerine danışmamakla suçlamışlardır.[71] Şüphesiz ki Meclis-i Mebusan bu cesareti halkın temsilcisi olmanın verdiği meşruiyetten almıştır. Mecliste o dönem gelişmeye başlayan halkın temsilcisi olma bilinci toplumumuzun hatırasında büyük bir yer edinmiştir. Halk ve siyasetçiler nezdinde oluşan, meclisin kutsallığı – üstünlüğü görüşü özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında kendini baskın bir şekilde göstermiş ve bu görüş günümüze kadar devam ederek günümüz siyasetinin temel argümanlarından birine dönüşmüştür.

Meclis-i Mebusan

O dönemde halk arasında anlatılan ancak Tarık Zafer Tunaya’nın gerçekten yaşanmadığını belirttiği “Mebus Ahmet Efendi” hikayesi halkın mebuslarda gördüğü rolü göstermesi açısından dikkate değerdir. Hikayeye göre; 93 Harbi’nde Rusya’nın bir savaş gemimizi batırmasının ardından Meclis-i Mebusan’da Mebus Ahmet Efendi, Bahriye Nazırı Rauf Paşa’ya olayın izahatını sorar. Nazır Rauf Paşa’nın “gemi zaten eskiydi” şeklinde cevap vermesi üzerine Ahmet Efendi ayağa fırlayarak “ben gemiyi sormuyorum bayrağımızın şerefini soruyorum” diyerek Nazır’a tepki verir.[72]

Her ne kadar kısa sürmüş olsa da bu parlamento denemesi ile milletin temsilcilerinin neler yapabileceği görülmüştür. Bu meclis sonraki dönemlerin ideali olmuştur; bir milleti bir parlamento kurtarabilirdi. İkinci Jöntürk hareketi bu ideal ile yola çıkmıştır. Artık Batılılaşmanın adı Meşrutiyet’in yeniden ilanıdır.[73] Rauf Orbay, Tarık Zafer Tunaya’ya “Bir meclis nedir? Ne yapabilir? Gerekirse bir padişaha karşı neler yapabilir? Biz bunları belleklerimizde sakladık ve Meşrutiyet’e geldik” diyerek[74] ilk Meclis-i Mebusan’ın kendileri için nasıl bir ideal yarattığını vurgulamıştır. Millet artık siyasi bir varlık olarak sisteme dahil olmuş ve padişahın mutlak egemenlik hakkına rakip olmuştur.

            4.2. Meclis-i Mebusan’ın Tatil Edilmesi

Meclisin yetkilerini zorlaması ve sert eleşirileri karşısında Abdülhamit birinci dönemi erkenden bitirir. Bir süre sonra Meclis’in tavrının yumuşayacağı düşüncesiyle ikinci dönemi başlatır ancak Meclis ilk dönemden daha da sert bir tavır sergiler. Başta şeyhülislam olmak üzere ilmiye sınıfı, yenilgi yüzünden eleştirilen ve hesap sorulan paşalar, düzenli bir vergi ve maliye sistemini kendileri için tehlike gören Galatalı bankerler, bürokrasinin tutucu kesimleri, dışta ise Osmanlı’nın zayıflığından menfaat sağlayan ve siyasi birliğini tekrar sağlamasından korkan Avrupalı devletler Meşrutiyet’e karşı tavır aldılar. Bunca düşman karşısında Meşrutiyet kendini koruyacak liberal milli bir burjuvaya sahip değildi. 113. madde yüzünden de özgürlükçü halk önderleri yetişemiyordu.[75]

II. Abdülhamit Rusya ile süren savaşın kötüye gitmesi üzerine kendisine yöneltilen eleştirilerin bir darbeye dönüşmesinden korkuyordu, bu durumu düzeltmek için bir konferans topladı ama konferansta umduğunun aksine çok daha sert eleştirilere maruz kaldı. Bu durum karşısında, Abdülhamit “Ben artık atam Sultan Mahmut’un yolundan gitmeye mecbur olacağım” diyerek toplantıyı terk etmiş[76] ve ertesi gün 14 Şubat 1878’de Meclis’te okunan iradesiyle “varolan olağanüstü durumu” gerekçe göstererek meclislerin tatil edildiği ilan etmiştir.

Sultan II. Abdülhamit

Kanun-ı Esasî’nin 73. maddesinde Meclis-i Mebusan’ın fehedilimesi halinde 6 ay içinde seçime gidileceği belirtilir ancak Abdülhamit’in meclisi feshetmemiş, sadece tatil etmiş olması sayesinde bu hüküm baypas edilmiştir. Aslında Kanun-ı Esasî hala yürürlüktedir, Salname-i Devlet-i Osmaniye’lerin ilk sayfalarında Kanun-ı Esasî’nin tam metni ve mebus isimleri yayınlanmaya devam etmektedir.[77] Bu bakımdan, 1876 Anayasası resmen 1924’e kadar toplam 48 yıl resmen yürürlükte kalarak tarihimizdeki en uzun süre yürürlükte kalan anayasa olmuştur.

Kanun-ı Esasî’nin 36. maddesine göre “eğer meclislerin toplanmasına olanak yoksa Anayasa’ya aykırı olmamak koşuluyla Heyet-i Vükela tarafından verilen kararlar Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıyla vereceği karara kadar muvakkaten kanun hüküm ve kuvvetinde olacaktır.” Abdülhamit’in istibdat dönemi boyunca aslında Kanun-ı Esasi’nin yürürlükte olması sebebiyle alınmış olan kararlar hukuken muvakkat yani geçici karar niteliğindedir.

Meclislerin tatil edilmesinden sonra Kanun-ı Esasî’ye tekrar işlerlik kazandırma çabaları olmuştur. Sait Paşa’nın dediğine göre Abdülhamit Kanun-ı Esasî’yi “çok hürriyetçi bu bakımdan Belçika Anayasası’ndan bile ileri” buluyordu. Bu sebeple gerekli kısıtlamaları yapmak için bir komisyon kurdurur ancak komisyon Kanun-ı Esasî’nin hukuken hala yürürlükte olması sebebiyle anayasa değişikliği yapma yetkisinin meclise ait olduğunu gerekçe göstererek bu görevi reddeder. 1897 senesinde İsmail Kemal Bey, başkent ve vilayetler halkından seçilecek bir heyetin anayasa değişikliklerini yapmasını ve yeni metnin “Mecelle-i Esassiye-i Kanuniye” adıyla yürürlüğe konulmasını teklif eder. Batılı elçiler ise Yıldız’da bir “Meclis-i Ali” kurulmasını önerir, dar bir kadro ile yönetilen bir devleti kontrol altında tutmak onlar için daha kolay olacaktır. Rusya ise Türklerin bir anayasaya layık olmadığını savunmaktadır.[78]

Netice itibariyle Abdülhamit Yıldız’da dar bir kadro kurmuş ve devleti istibdat dönemi boyunca bu şekilde yönetmiştir. Bu düzene “Yıldız rejimi” veya “mabeyn hükümeti” denilebilir. Yeni rejimin otoritesini sağlamak için kullandığı iki silahı olacaktır: hafiyelik ve sansür.

5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

1876 Kanun-ı Esasî’sinin hukuki niteliği nedir ve nasıl değerlendirilmelidir? Bu soruya bir çok tarihçi ve hukukçu farklı cevaplar vermektedir. Recai Galip Okandan “Kanun-ı Easaî’nin şekil yönünden amme hukukunun bugünkü telakkilerine göre anayasa niteliğine haiz olmadığını” söyler.[79] Münci Kapani de Kanun-ı Esasî’yi “bir anayasa değil millete bağışlanmış bir berat” olarak nitelendirir.[80] Tarık Zafer Tunaya ise onu değerlendirirken “kendini kapıların arkasında bekleyen bir despotizme imkan veriyordu ama o kapıları bir daha kapanmamak üzere açıyordu.” der.[81] Suna Kili “siyasi bilinçlenmeyi beslemiş” olmasını vurgular.[82] Enver Ziya Karal “Tanzimatla başlayan batılılaşmanın zorunlu bir aşamasıdır. Taklittir eleştirisi hakszıdır, içerdiği fikirler evrenseldir ve zaten bu fikirler ülkeye yayılmaya başlamıştır. İnsan hakları, siyasal haklarda eşitlik, sınırlı da olsa yönetime katılma, padişah hak ve yetkilerinin en azından sayılıp yasalaştırılması bakımından Kanun-ı Esasî devrimdir” demektedir.[83] Hüseyin Nail Kubalı “ele aldığı konular ve yazılış biçimi olarak anayasaların özelliklerine sahip ancak bazı hükümlerinin bundan çok uzak” olduğunu belirterek Kanun-ı Esasî ile “teamuli kurallar ve dini yaptırımlar yerine özünde laik, belirli objektif esasların konulmasının, erklerin görünüşte de olsa ayırmaya yatkın bir sistem kurulmasının, meclisin açılması ve kişi haklarının tanınmasının” önemini vurgulamaktadır.[84] Bülent Tanör’e göre “Kanun-ı Esasî gerçek bir meşrutiyete geçişi değil ama mutlakiyetten çıkışı ifade eder”.[85] Bahri Savcı “iktidarın beşerileşmesine / laikleşmesine ve demokratikleşmesine katkıda bulunduğu, mutlakiyeti tasvfiye ettiği” fikrindedir.[86]

Montesquie’ya göre erkler ayrılığı ile iktidarı sınırlamamış bir anayasa gerçek bir anayasa değildir. İktidarın sınırlanmasının asıl amacı ise bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır. Bu amaç aynı zamanda anayasaların ortaya çıkmasının sebebidir, onların varlık amacıdır. Dolayısıyla bu amaca hizmet etmeyen bir metnin anayasa olarak kabul edilmesi hukuk felsefesi açısından zordur. Anayasalar her ne kadar normlar hiyerarşisinin en üstünde bulunsalar da aslında normlar hiyerarşisinin dışında ama tüm hiyerarşik sistemin üstünde yer alan kapsayıcı metinlerdir. İktidarı sınırlamayı ve kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına almayı amaçlamayan bir metin ancak normlar hiyerarşisi sisteminin içerisinde yer alarak diğer normların üstünde bulunan bir kanundan ibaret kalacaktır.

1876 Kanun-ı Esasî’si birey hak ve özgürlüklerini korumamakta, padişahın yetkilerini veya sorumsuzluğunu kısıtlamamakta hatta bunları hukuki bir güvence altına almaktaydı. Bu bakımdan gerçek bir anayasanın taşıması gereken asıl amaçtan yoksundur. Yine de; her ne kadar koruyucu mekanizmaları olmasa da bir takım kişi hak ve özgürlüklerini sayması, padişahın yetkilerinin sınırlanmadan da olsa yasalaştırılması ve egemenlik mücadelesinde halkın iradesini padişahın karşısına çıkartması bakımından anayasal bir metinden beklenen sonuçları doğurduğunu görmekteyiz. Gerçek bir “anayasal” sistem kuramasa da “anayasalı” bir sistem kurarak mutlakiyetten çıkışı sağladığı bir gerçektir. Bu açıdan kendisi için yapılan “ferman anayasa” nitelemesinin çok yerinde olduğu kanaatimdeyim. Kanun-ı Esasî günümüz kriterlerine göre bir anayasa değil ancak tam anlamıyla bir “ferman anayasa”dır. Kanun-ı Esasî’nin “ferman anayasa” olması onun değerini ve çağdaşlaşma sürecimizdeki önemini azaltmaz. 1814 Fransa ve 1848 İtalya anayasalarının da “ferman anayasa” olmalarını[87] göz önüne alarak zamanın şartlarına göre yapılacak bir değerlendirmede Kanun-ı Esasî’nin çağından tamamen kopuk olmadığı, anayasal metinler konusunda çağın en ileri öncüleri olan İngiltere ve Fransa’yı bir kenara bırakırsak, Avrupadaki diğer anayasaların pek de gerisinde bulunmadığı görülecektir.

 

[1] Bülent TANÖR, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, 2005, İstanbul, sf.122

[2] Doğan AVCIOĞLU, Türkiye’nin Düzeni Dün-Bugün-Yarın, Tekin Yayınevi, 2001, İstanbul, c.1, sf.119

[3] Age, c.1, sf.120

[4] Age, c.1, sf.235

[5] TANÖR, age, sf.122

[6] Şerif MARDİN, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul, sf.89

[7] Age, sf.91

[8] Age, sf.88

[9] Age, sf.91

[10] Age, sf.88

[11] TANÖR, age, sf.123

[12] Tarık Zafer TUNAYA, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003, İstanbul, sf.28

[13] Age, sf.6

[14] TANÖR, age, sf.124

[15] AVCIOĞLU, age, sf. 239

[16] TANÖR, age, sf.125

[17] Age, sf.126

[18] AVCIOĞLU, age, sf.238

[19] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.28

[20] Age, sf.30

[21] Age, sf.75-76

[22] Age, sf.9

[23] Age, sf.49

[24] Age, sf.38

[25] İlber ORTAYLI, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, İstanbul, sf.278

[26] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.8

[27] Age, sf.76

[28] Age, sf.76

[29] Age, sf.6-7

[30] TANÖR, age, sf.151

[31] ORTAYLI, age, sf.282

[32] Tarık Zafer TUNAYA, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, İstanbul, sf.36

[33] Age, sf.36-37

[34] Age, sf.37

[35] ORTAYLI, age, sf.247

[36] Age, sf.247

[37] Age, sf.248

[38] Age, sf.248

[39] TANÖR, age, sf.131

[40] Age, sf.129

[41] Age, sf.130

[42] Age, sf.130-131

[43] ORTAYLI, age, sf.277

[44] TANÖR, age, sf.128

[45] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.18

[46] TUNAYA, Türkiye’nin…, sf.39

[47] TANÖR, age, sf.135

[48] Age, sf.136

[49] Age, sf.164

[50] ORTAYLI, age, sf.244

[51] TANÖR, age, sf.146

[52] ORTAYLI, age, sf.245

[53] Age, sf.279

[54] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.11

[55] TANÖR, age, sf.166

[56] ORTAYLI, age, sf.256

[57] Age, sf.284

[58] TANÖR, age, sf.154

[59] ORTAYLI, age, sf.284

[60] Age, sf.284

[61] Age, sf.252

[62] Age, sf.252

[63] Age, sf.254

[64] Age, sf.278

[65] Age, sf.286

[66] Age, sf.251

[67] Age, sf.254

[68] Age, sf.255

[69] Age, sf.257-258

[70] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.31

[71] TUNAYA, Türkiye’nin…, sf.40

[72] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.31

[73] TUNAYA, Türkiye’nin…, sf.40

[74] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.31

[75] TANÖR, age, sf.159-160

[76] Age, sf.160

[77] TUNAYA, Türkiye’de…, sf.16

[78] Age, sf.15

[79] TANÖR, age, sf.134

[80] Age, sf.149

[81] ORTAYLI, age, sf.246

[82] TANÖR, age, sf.164

[83] Age, sf.165

[84] Age, sf.165

[85] Age, sf.149

[86] Age, sf.165

[87] Age, sf.134

Bu yazı yorumlara kapalı.