İçeriğe geç

Son Yüzyılında Osmanlı Ekonomisi – 1 : Bağımsızlığın Sonu, Baltalimanı Ticaret Antlaşması

Cehalet ve hamasetin kutsandığı, bilginin ise adeta ayıp sayıldığı, sosyal medyada karşılaşılan bir iddianın veya kime ait olduğu şüpheli bir sözün akademik kitaplardan veya ömrünü bu işlere adamış âlimlerden daha çok ciddiye alındığı şu günlerde biz ne dersek diyelim tesiri olmuyor lakin sussak da gönül razı gelmiyor. Günümüzde en bariz yalanlar, en komik saçmalıklar hiç çekinilmeden dile getirilebiliyor. Tamamen siyasi amaçlarla ve genelde sırf Cumhuriyet’i ve Mustafa Kemal’i karalayabilmek için üretilen bu yalanlar, sosyal medyadan ve dizilerden tarih öğrendiğini sanan cahil ve fanatik bir kitle yaratmaya hizmet ediyor. Osmanlı bu kişiler için dinden, duadan, evliyalardan, sarıklardan, yeşil sancaklardan, armalardan ve sonu gelmeyen fetihlerden ibarettir. Onlara göre Osmanlı son gününe kadar süper bir güçtü, üç kıtada at koşturuyordu, tüm dünyaya hükmediyordu ki bir anda Mustafa Kemal (hatta Yossi Kohen) diye biri çıkarak güzelim imparatorluğu yıktı ve Lozan Antlaşması yüzünden bir gecede 26 milyon km2’den 780 bin km2’ye düşüverdik ama yine de Lozan’ın süresinin bitmesine de az kaldı, 2023 yılında Lozan Antlaşması’nın süresi bitince otomatikman Osmanlı yeniden kurulacak ve tüm dünya Lozan’ın süresi bitti diye eski topraklarımızı bize geri verip boyunduruğumuz altına girmeyi kabul edecek! Evet, gerçekten bunlara inanan çok sayıda insan söz konusu. Bu kişiler Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet tarihi bilmedikleri gibi Osmanlı tarihine dair de en ufak bir bilgiye sahip değiller. Osmanlı veya ecdat derken hep Viyana önlerine gitmiş Kanuni’yi, Mısır’daki Yavuz’u veya İstanbul’u fetheden Fatih’i düşünürler. Oysa hiçbiri Muharrem Kararnamesi’ni, Düyûn-u Umûmiye’yi, Tütün Rejisi’ni, Baltalimanı Antlaşması’nı veya Berlin Antlaşması’nı bilmez. Dedik ya söylesek de tesiri olmayacak ama yine de gönlümüz rahat etsin diye şu konulardan biraz bahsedelim.

Doldurabilene Aşkolsun! (Tüm çabalara rağmen dolmayan Osmanlı hazinesi) “Anonim, Hayal, 1876, Sayı 301”

Cumhuriyet Devrimi, Anadolu Türklüğünün bir millet olarak yeni bir rejim ile tarih sahnesine çıktığını ilan ederek Osmanlı İmparatorluğu’na ve son vermiştir. Ancak gerçekten ortada son verilebilecek bir Osmanlı İmparatorluğu kalmış mıydı? Yoksa yapılan sadece ortada kalmış bir cesedin defninden mi ibaretti? Lozan’a kadar gitmeye gerek yok, aslında Osmanlı İmparatorluğu 1838 tarihindeki Baltalimanı Antlaşması ile ekonomik olarak, 1878 tarihindeki Berlin Antlaşması ile de siyasi olarak ölmüştür,  geriye kalan yıllar ise sadece ölen bir cesedin güneş altında çürümesinden ibarettir. Bu yazıda işin siyasi boyutuna girmeyeceğiz, sayıların ve matematiğin sarsılmazlığına sığınarak sadece Osmanlı’nın yıkılışını ekonomik yönden inceleyeceğiz. Bakalım Osmanlı İmparatorluğu gerçekten Lozan Antlaşması ile bir gecede mi yıkıldı yoksa uzun ve acı verici bir sürecin sonunda mı veya Osmanlı’yı gerçekte yıkan kimdi, neydi?

Para ile değil sıra ile, bırakın da sahibi sağsın. (İneğin memesinin üzerinde “Memalik-i Osmaniye” yazmakta) “D’ostoya, Kalem, 1909, Sayı 45”

Sanayi Devrimi’ni yaşamış olan Avrupalı devletler 18. ve 19. yüzyıllarda bir üretim patlaması yaşamıştı, üretimin artması ise bu üretim fazlasını satabilecekleri yeni pazar arayışlarını doğurmuştu ve büyük bir sömürgecilik yarışı başladı. Avrupalı devletlerin Afrika’yı sömürgeleştirmesi zor olmadı zira Afrika kıtası direnebilecek güçlü devlet yapılanmalarına sahip değildi. Uzakdoğu’ya yönelen Batılı devletler burada ise direnişle karşılaştılar. İlk önce İngiltere 1763 yılında Hindistan’ı işgal etti. Çin ve Japonya ise pazarını Batı piyasalarına açmamakta diretiyordu. Bu direniş Çin’de İngiliz Ordusu’nun kazandığı Afyon Savaşı zaferiyle 1842 yılında, Japonya’da ise ABD donanmasının kuşatma ve bombardımanlarıyla 1854 yılında yok edildi. İki ülke de silah zoruyla Batı sermayesine açılmış ve serbest pazara dâhil edilmişti. Diğer gelişmiş Batılı devletlerin de başlarına üşüşmesiyle Çin ve Japonya tüm bu ülkelerle çok ağır ticaret antlaşmaları imzalamak zorunda kalarak birer sömürgeye dönüştüler. Batı sermayesinin gözünü diktiği bir diğer bölge ise Osmanlı coğrafyasıydı. Sanayileşememiş ekonomisi, nüfus yoğunluğu ve el değmemiş zenginlikleri ile Batılılar için çekici bir pazar oluşturuyordu. Osmanlı pazarını işgal etmek Batılılar için Çin ve Japonya’daki kadar zor olmadı çünkü zaten Osmanlı yönetimi ve aydınları liberal ekonomiye, serbest pazara kendilerinden hevesliydiler. Osmanlı’nın ilk ekonomi kitabını yazan Sakızlı Ohannes Paşa kitabında liberal ekonominin ve serbest piyasanın faydalarını saya saya bitiremiyordu. Ünlü iktisatçı Cavid Bey de serbest pazarın sıkı savunucularındandı. Tanzimat’ın büyük sadrazamları Ali ve Fuat Paşalar da serbest pazara geçmekten yanaydılar. Tarım vergilerini ele geçirmeleri sayesinde yükselen ayanlar ve eşraf takımı da dış pazara açılmayı talep etmekteydi. Bu gibi koyu serbest pazar savunucularına karşı çıkanlar bile aslında serbest pazara tam anlamıyla karşı değillerdi. Ahmet Cevdet Paşa ileri sanayi ülkelerinin lehine, Osmanlı’nın aleyhine bir durumun ortaya çıkabileceğini düşünmesine rağmen liberal ekonomi ve serbest pazar hakkında olumlu düşüncelere sahipti. Namık Kemal de tüm çekincelerine rağmen yazdığı makalelerin bir kısmında serbest pazarı övüyordu. Liberal ekonomiye tam anlamıyla karşı çıkan sadece bir iki istisna mevcuttu. Bunlardan birisi Ahmet Mithat Efendi diğeri ise “Sarıklı Devrimci” Ali Suavi idi. Bu istisnalar dışında Osmanlı’nın tüm devlet yönetimi ve aydın zümresi liberal ekonomiye ve serbest pazara geçilmesi hususunda hem fikirdi.

Âhir zaman haydutlukları: Avusturya-Macaristan Kralı Fransua Josef – Ya mallarımı alırsın, yahut karışmam! (Karikatürdeki Osmanlı Sadrazam Kamil Paşa) “Cemil Cem, Kalem, 1908, Sayı 18”

Avrupalı devletler için Osmanlı pazarındaki en büyük sıkıntı pazara kimin hâkim olacağıydı. Fırsat İngiltere’nin ayağına Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanıyla geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Mısır Valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1831 yılında Osmanlı’ya karşı isyan etti. Önce Suriye’ye yönelen Kavalalı; Akka Kalesi, Humus, Şam ve Halep’te Osmanlı birliklerini yenerek tüm Suriye’yi ele geçirdi. Ardından Belen Geçidi’nde İstanbul’dan gönderilen orduyu da yenerek Çukurova, Tarsus ve Adana’yı aldı. Kavalalı artık İstanbul’a doğru ilerliyordu. Konya Ovası’nda Sadrazam Reşit Mehmet Paşa komutasındaki büyük bir Osmanlı ordusu ile karşılaşan Kavalalı bu savaştan da galip çıktı hatta sadrazam Reşit Mehmet Paşa’yı esir aldı. Geri çekilen Osmanlı ordusu Kütahya’da toparlanmaya çalıştıysa da burada da yenilgi alarak darmadağın oldu. Artık İstanbul ile Kavalalı arasında hiçbir engel kalmamıştı. Koca imparatorluk kendi valisine yenilecek kadar aciz bir vaziyetteydi. İşte bu acziyet içerisinde Avrupalı devletlerden kendisini kurtarmaları için yardım istedi. İngiltere zaten Mısır pazarını Avrupalı sermayeye kapatan, sanayileşme çabaları sergileyen ve ardı ardına modernleşme reformları gerçekleştiren Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan hiç hazzetmiyordu, üstüne üstlük Osmanlı’dan da yeni tavizler koparabilme fırsatını bulunca yardıma koşmakta gecikmedi, tabi karşılığını fazlasıyla almak şartıyla. İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmasının karşılığında aldığı ödül 1838 tarihli Baltalimanı Ticaret Antlaşması oldu. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston bu antlaşmayı bir “şaheser” olarak niteliyordu. Gerçekten de Osmanlı için idam fermanı niteliğindeki bu antlaşma İngiltere için bir şaheserdi. Bu antlaşma sayesinde Osmanlı Devleti silah gücüne veya işgale gerek kalmaksızın sömürgeleştiriliyordu.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa

Baltalimanı Ticaret Antlaşması Osmanlı için çok ağır şartlar içermekteydi. Bu şartlar Osmanlı ekonomisi ve sanayisinin iflası anlamındaydı. Antlaşma ile öncelikle tekel usûlü (yed-i vâhid) kaldırılıyordu. Osmanlı Devleti geçmişten bu yana kendi pazarını ve üreticisini korumak için gerek gördüğü ürünleri tekel haline getirirdi, böylece o ürünün fiyatları sabitlenmiş olup yerli üretici de rekabet karşısında ezilmekten korunurdu. Baltalimanı Antlaşması ile bu usul kaldırıldı, yani Sanayi Devrimi ve makineleşme sayesinde çok daha ucuza mal olan İngiliz mallarının Osmanlı pazarına rahatça girebilmesine ve zaten el tezgâhlarında ve ancak birkaç kişinin çalıştığı küçük atölyelerde üretilen yerli mallarının pazardan tamamen silinmesine kapı açıldı. Bununla da kalmadı; Antlaşma öncesinde Osmanlı Devleti hem ithalattan hem de ihracattan %3 oranında gümrük vergisi almaktaydı ayrıca hem yerli hem de yabancı tüccarlar mallarını ülke içerisindeki bir şehirden başka bir şehre geçirmek için %8 oranında iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar. Baltalimanı Antlaşması ile ihracat yapacak olan Osmanlı üretici ve tacirlerinden %12, Osmanlı’ya ithalat yapacak olan yabancı üretici ve tacirlerden ise sadece %5 oranında vergi alınması kararlaştırıldı. (1860-61 yıllarındaki Lübnan krizinden sonra bu oran %1’e düşürülecek.) Bunun yanında yerli tüccarlar iç gümrük vergisini ödemeye devam edecekken, yabancı tüccarlar için bu vergi tamamen kaldırıldı. Örneklemek gerekirse; bir malı üreten yabancı bir üretici malını sadece %5 (1861’den sonra %1) gümrük vergisi ödeyerek Osmanlı ülkesine sokabiliyor ve ülke içerisinde de hiçbir başka vergi ödemeksizin istediği şehre götürüp satabiliyordu. Osmanlı üreticisi ise zaten Avrupalıların sahip olduğu gelişmiş makinelere ve fabrikalara sahip değildi. Ürünlerini el tezgâhında ve genelde sadece aile üyelerinin çalıştığı küçük atölyelerde, çok daha fazla zaman ve emek harcayarak üretiyordu. Buna rağmen ürününü kendi ülkesi içerisinde başka bir şehre satmak istediğinde %8 oranında vergi ödemek zorunda kalıyordu. Hele yurt dışına satmak isterse %12 gibi yüksek bir vergi ile karşılaştırılarak bu niyetine son veriliyordu. Bu vergi düzeninde Ankara’da üretilip İstanbul’a getirilen buğday, Batı Avrupa ülkelerinden getirilen buğdaydan daha pahalıya geliyordu. Bu sebeple İstanbul’un buğday ihtiyacı Birinci Dünya Savaşı’nda Baltalimanı Antlaşması’nın bir kenara itilmesine kadar Avrupa’dan alınan ithal buğdayla karşılanmıştır. Türkiye, ancak Cumhuriyet’ten sonra izlenen korumacı ekonomi politikaları sayesinde 1930’lu yıllarda buğdayda kendi kendine yeter bir ülke haline gelebilmiştir.

Saltanat devrinin mirası: 1.000.000.000 Lira borç! Türkiye – Bu zinciri kırmadıkça ilerlemeye imkân yok! “Ramiz Gökçe, Akbaba, 1930, Sayı 754”

Toprak meselesi de Osmanlı ekonomisinin en büyük sorunlarından biriydi. Ekilemeyen toprakların çokluğu, ağalık ve toprak dağılımındaki adaletsizlik Osmanlı tarımının önündeki büyük engellerdi. 1913 yılındaki verilere göre 10 bin aileden oluşan ayan/bey kesimi çiftçi kesiminin %1’ini oluşturmasına rağmen tarım topraklarının %39’unu elinde bulunduruyordu. Ardından; 40 bin aile sayısıyla çiftçi kesiminin %4’ünü oluşturan toprak ağaları tarım topraklarının %26’sına sahipti. Orta ve az toprak sahibi sıradan çiftçiler ise 870 bin aile olarak çiftçi kesiminin %87’sini oluşturmasına rağmen tarım topraklarının sadece %35’ine sahipti. Ancak daha kötü durumdakiler de vardı; tarım kesiminin %8’ini oluşturan 80 bin çiftçi ailenin hiç toprağı bulunmamaktaydı. Bu bozuk toprak düzeni yüzünden zaten doğru düzgün üretim yapamayıp çok zor şartlar altında yaşamını sürdüren yerli çiftçiler tarım ürünlerinin dahi yurt dışından çok ucuza gelmesi sebebiyle kendi ürününü satamamış ve zamanla üretimden vazgeçmiştir.

Baltalimanı Antlaşması’nda getirilen vergi düzeni ile adeta Osmanlı Devleti kendi çiftçisine ve sanayicisine “üretme”diyordu, “sen üreteceğine benim ülkeye ucuza soktuğum Avrupalı ürünleri kullan!” Öyle de oldu zaten, çok geri olmasına rağmen kör topal ayakta durabilen Osmanlı sanayisi ve tarımı yerle bir oldu. Osmanlı’nın geleneksel meslek örgütlenmesi olan loncalar ham madde bulamamaktan üretim yapamadılar, yapsalar da yabancı mallarla rekabet edemediklerinden satamadılar ve büyük bir krize girdiler. Osmanlı’nın en gelişmiş olduğu dokumacılık bile İngiliz kumaşları karşısında direnemedi. Pek çok yerli ve yabancı gözlemci İstanbul, Bursa, Amasya, Diyarbakır, Halep ve Şam’daki dokuma tezgâhlarının ithal mallar karşısında direnemeyip kapandığını anlatır. İngiliz Edward Michelsen Türk sanayisinin durumunu 1858’de şöyle anlatmaktadır: “Yabancı memleketlerde büyük ünü olan Türk sanayisinin birçok kolu şimdi tamamıyla yok olmuştur. Bunlar arasında pamuk sanayi gelir ki bugün tamamıyla İngiliz sanayisi tarafından sağlanmaktadır. Şam’ın çelik bıçakları, Kıbrıs’ın şeker sanayisi, İznik’in çini sanayisi, Teselya’nın Türk kızılı iplik boya sanayisi hep yok olmuştur. Bütün bu sanayi kollarının bugün Türk topraklarında artık izi bile kalmamıştır.” Gerçekten de Avrupa’dan ithal edilen pamuklu tekstil ürünlerinin hacmi 1820’den 1914’e kadar yaklaşık 100 kat artmıştır. Yerli iplik eğirmeciliği bu sebeple tamamen yok olmuş, yerli kumaş dokumacılığı ise ithal malı iplikler kullanmaya ve İngilizlerin üretmediği türden yerel kumaşlar üretmeye başlayarak, küçülse de varlığını zoraki devam ettirebilmiştir. Meşrutiyet’ten sonra başlayan milli iktisat kurma çabalarına rağmen 1913 yılında Osmanlı sanayisinin dışa bağımlılık oranı %59,2 idi. Gıda sanayinde dışa bağlılık %39,2, tekstilde %76,5, dericilikte %64,1, toprak işletmeciliğinde %57,2, tahtada ise %42,2. Kısa sürede tüm Osmanlı pazarı yabancı ürünlerle dolmuştur. Ucuz yabancı ürünlerin bu derece artması, hayatta kalmaya çalışan yerli üreticilerin masrafları azaltmak düşüncesiyle işçi ücretlerini düşürmesine sebep olmuş ve başka çaresi olmayan fakir halk da çok düşük ücretlerle çalışmayı kabullenmek zorunda kalmıştır. Avrupalı tacirlerin Osmanlı’dan elde ettiği kârlar arttıkça Osmanlı halkının fakirliği de artmıştır. 1820 yılında Osmanlı’da kişi başına düşen gelir 720 ABD Doları iken ABD’de 1250, Batı Avrupa ülkelerinde 1.200, sanayileşen ülkeler ortalamasında 1.200, Rusya dışında Doğu Avrupa’da 750 dolardı. Yine de Osmanlı’nın kişi başına düşen geliri, 670 dolar olan dünya ortalamasının üstündeydi. Ancak 1913 yılına geldiğimizde Osmanlı’nın kişi başına düşen geliri %0,5 artarak 1.150 dolar olmuştur. ABD ise kişi başına düşen gelirini %1,6 arttırarak 5.300 dolara, Batı Avrupa ülkeler %1,2 arttırarak 3.460 dolara, sanayileşen ülkeler %1,3 arttırarak 3.960 dolara, Doğu Avrupa ülkeleri ise %0,9 arttırarak 1.700 dolara çıkarmıştır. Dünya ortalaması bile %0,9 artarak 1.500 dolara çıkmıştır. Yani Osmanlı Baltalimanı Antlaşması’ndan sonra dünya ortalamasının bile altında kalan kişi başına düşen gelire ve artış oranına sahipti.

Ecnebiler Türkiye’de her işi yapamayacak! (Tabelada “İngiliz Eczanesi” yazmakta) “Anonim, Karagöz, 1925, Sayı 1850”

Peki diğer ülkelerde durum nasıldı? O dönem dünyanın en büyük sanayisi ve üreticisi İngiltere olduğu için bağımsız her ülkenin ekonomi politikaları kendi pazarlarını İngilizlere karşı korumak üzerineydi. Mesela Rusya İngiliz sanayi ürünlerine %113 gümrük vergisi uygulamaktaydı. ABD bile %73 gümrük vergisi ile kendi pazarını ve üreticisini İngiltere’ye karşı korumaktaydı. Fransa %34, İtalya %27, Almanya %25, İsveç %23, kısa bir süre önce Osmanlı’dan ayrılan Yunanistan %19 gümrük vergisine sahipti. Tekrar hatırlatalım ki Baltalimanı Antlaşması ile Osmanlı’daki gümrük vergisi %5 (daha sonra %1)olarak belirlenmişti. Bu oran o dönem dünyasında ancak sömürge devletlerinde rastlanılan bir sayıydı. Nitekim silahlı işgal yoluyla sömürgeleştirilen Çin’de de gümrük vergisi oranı %5’ti.  Dünyadaki tüm bağımsız ülkeler kendi pazarlarını korumaya çalışırken Osmanlı Devleti silahlı bir işgale bile gerek kalmaksızın pazarını sömürgecilere açmıştı.

Kendi sanayisine sahip olamazsa hayatta kalamayacağını anlayan Osmanlı Devleti 19. yüzyılın sonlarına doğru sanayileşme atılımlarında bulundu. 1864 yılında Islah-ı Sanayi Komisyonu kuruldu ve verilen teşviklerle özel sektöre sanayi kurdurmak amaçlandı ama teşvik verilecek yatırımcı bile bulunamayınca 4-5 yıl sonra komisyon dağıldı. Bu sefer devlet kendi eliyle sanayileşmeyi denedi, birçok fabrika kuruldu hatta padişahlar ve paşalar kendi köşklerini konaklarını dahi yerlerine fabrika yapılması için bağışladılar. Ne var ki açılan tüm fabrikalar sadece birkaç yıl içinde tek tek kapandı. Çünkü Baltalimanı Antlaşması yerli üreticinin elini kolunu bağlıyordu. Hiçbiri ucuz yabancı ürünlerle başa çıkamıyor, ürettiklerini satamıyordu. Zarar eden büyük fabrikaların hiç biri hayatta kalamadı. 1913 yılında yapılan sanayi sayımında tüm Osmanlı içerisinde 269 tane işletme olduğu ve bunlarda toplam 16.975 kişinin çalıştığı tespit edilmiştir. Neredeyse tamamı el tezgahı veya atölyeden ibaret olan bu işletmelerin de sadece 42 tanesi Müslüman tebaaya ve 22 tanesi devlete aitti, geri kalanı ise yabancı şirketlerin veya gayrimüslimlerindi. Osmanlı’nın tüm sanayi sektörü içerisindeki payın %68,3’ünü gıda sanayi yani değirmencilik, şekercilik, konserve, makarna, bira, buz ve tütün sanayisi kaplıyordu. Sektörün %14,9’u ise dokuma sanayisinden oluşmaktaydı. Yani ufacık ve ilkel Osmanlı sanayisi ancak gıda ve giyim gibi yaşamsal ürünleri üretmeye çabalamaktan ibaretti. Buna rağmen yine de ülkenin gıda ve giyim ürünü ihtiyacını karşılayamıyordu. Osmanlı ihracatının %31-38 arasını gıda ürünleri, %36-38 arasını da dokuma ve giyim ürünleri oluşturmaktaydı. Üstelik 1884 yılında Osmanlı ithalatının %45,5’ini sadece İngiltere’den yapmaktaydı. Bu oran İttihatçıların İngiltere’ye mesafeli olan politikaları ve Almanya ile olan yakınlaşma sayesinde 1913 yılında %19,4’e düşürülerek ülkeler arasında daha dengeli bir hale getirilebilmiştir.Baltalimanı Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin ekonomik bağımsızlığından bahsedebilmek zordur, bu antlaşmadan itibaren Osmanlı ile Avrupalı devletler arasında bir sömürü ilişkisi gelişmeye başlamıştır. Uygulayacağı gümrük vergilerini belirlemekten dahi aciz kalan devlet hızla Avrupa sermayesinin pazarı haline gelmiş ve bu sebeple yeni yeni gelişmekte olan sanayisini de kaybetmiştir. Kanaatimce Osmanlı Devleti’nin yıkılış süreci için bir başlangıç tarihi belirlenecekse o tarih Baltalimanı Antlaşması’nın imzalandığı 1838 yılı olmalıdır. Günümüzün Osmanlıcı ve İslamcı kesimleri de illa tüm günahları yükleyebilecekleri bir antlaşma arayacaklarsa Baltalimanı Antlaşması’na bakmalıdırlar. Unutmamalıdırlar ki; Baltalimanı Antlaşması’nın getirdiği sömürü düzeni ancak suçlamaya çalıştıkları Lozan Antlaşması ile kaldırılabilmiştir.

 

KAYNAKLAR

– Doğan AVCIOĞLU, “Türkiye’nin Düzeni Dün-Bugün-Yarın, 1. Cilt”
– Korkut BORATAV, “Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009”
– Niyazi BERKES, “Türkiye İktisat Tarihi”
– Serkan TUNA (Doç. Dr.)’nın Ders Notları
– Şerif MARDİN, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İktisadi Düşünce’nin Gelişmesi, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 3”
– Şevket PAMUK, “19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 3”
– Şevket PAMUK, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Küreselleşme, İktisat Politikaları ve Büyüme Seçme Eserleri – II”
– Tevfik ÇAVDAR, “Cumhuriyet Döneminde Türk İktisadi Düşüncesi, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Cilt 4”
– TDV İslam Ansiklopedisi
– Zafer TOPRAK, “Düyûn-u Umûmiye-i Osmaniye, Düyûn-u Umûmiye’den İstanbul Erkek Lisesi’ne”
– Zafer TOPRAK, “Osmanlı Devleti’nde Sanayileşme Sorunu, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 5”
– Zafer TOPRAK, “Tanzimat’ta Osmanlı Sanayii, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi Cilt 5”

GÖRSELLER
– Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, “Fantazya Çok Para Yok: Karikatürlerle Bir Borç Ekonomisinin Tarihi (1874-1954)”
– İsmail ŞEN, “Asi’den Gazi’ye Karikatürlerde Atatürk”

Bu yazı yorumlara kapalı.